Vergi adaletinde devletin suçunun bulunduğunu söylemek doğru olmaz. Nakdî ekonomiye geçiş sürecinin hızlanması ile birlikte, devlet yüzlerce vergi kalemini azaltmak ve aynı zamanda adaletli bir vergi sistemi kurmak amacıyla 1840 sayımlarını yaptırmıştı. Bu sayımlar sonucunda ise vergi birimleri (mahalle, karye vb.) üzerine, o birimin yetkilileri tarafından her bir mükellefe kardeşçi ve komşuca dağıtılmak üzere an cemaatin ve maktu bir vergiyi saldı. Ancak 1844’e gelindiğinde özellikle, üzerinde durduğu adil bir vergi sistemi oluşturulma amacının gerçekleşmediğini gördü. Vergiyi hakça dağıtmakla görevli olan yetkililerin buna riayet etmedikleri anlaşıldı. Nitekim Alpu Köyü’nde ilk iki mükellefin (imam ve muhtar) sene-i sabıkada vergiyi mahsusa miktarlarının sıfır olması da devletin bu algısını doğrulamaktadır. Kaldı ki, muhtarın mal varlığı ve geliri hiç de küçümsenecek bir düzeyde değildi (120).
Gelirin dağılımı dışında, gelirin kullanım alanları da, gelirin biriktirilip (S); ticarete, zanaata ya da başka alanlara aktarılabilecek bir fonun oluşup oluşmadığını belirleyen bir faktördür. T. Güran’ın yaptığı hesaplamalar bu nedenle anlamlıdır. Güran’a göre köylüler yaklaşık olarak gelirlerinin 1/5’ini vergi olarak ödemekte, 2/5’ini tüketim giderlerine ve kalan 2/5’ini de bir sonraki dönemin üretim harcamalarına aktarmaktadırlar (121).
Selcen üzerinde yapılan hesaplamalarda Güran’ın vergiye ilişkin olarak verdiği oran doğrulanmaktadır. Selcen’in yıllık toplam geliri 218 529 Guruş, toplam vergisi ise 25 250 Guruştur. Bu durumda köyün vergi yükü %11,55’İ olur ki bu oran toplam gelirin yaklaşık 1/8’ine karşılık gelmektedir.
Toplam vergi içinde vergüy-i mahsusanın ağırlığı dikkati çekmektedir. Yani aşar ve ağnam resimleri veya diğer rüsumatın adaleti tesis edecek bir biçimde alınmasının ötesinde, söz konusu olan, devletin toplam gelir üzerine tarh ettiği vergiyi mahsusanın ağırlığıdır. Böyle bir gelir-harcama durumunda gelirin biriktirilmesi, yatırıma, sermayeye veya başka bir alana aktarılmasının mümkün olamayacağı doğaldır.
Ticarileşmenin oluşup oluşmadığını gösteren son kıstas köydeki mülkiyet yapısıdır. Sayım esnasında kayda geçen toprak miktarları ile büyükbaş ve küçükbaş hayvanların mülkiyet dağılımları da, haneler arasında, ticarete aktarılabilecek fazla ürünü üretmeye imkân sağlayacak bir sermaye farklılaşması oluşup oluşmadığının bir göstergesi olarak değerlendirilebilir. Arazi mülkiyeti söz konusu olduğunda toprak/nüfus oranı anlam taşır. Selcen ‘de hane başına yaklaşık olarak 11,56 dönüm ekilebilir toprak düşmektedir. Tarla tarımından elde edilen ürünlerin ziraî işletmelerin fazla ürün ve sermaye birikimine imkân tanımayacak büyüklükte olmadığının göstergesidir. Bu araziler küçük arazi statüsündedirler. Nitekim Osmanlı İmparatorluğu 19. yüzyıla geldiğinde her ne kadar kuruluş dönemindeki küçük ziraî işletme biriminde çözülmeler olmuşsa da, 1840’lardaki bazı hesaplamalara göre, Anadolu’daki ekili arazilerin %82’si 60 dönümden daha küçük işletmelerden oluşmuştur (122).
ÖNEMLİ NOT: Bu sayfalarda yayınlanan okur yorumları okuyucuların kendilerine ait görüşlerdir.