Dünkü yazımızda Osmanlı Devleti’nin vergi uygulamalarındaki adalet kıstaslarını ele almıştık. Tarafımızdan yazılıp Denizli Büyük Şehir Belediyesi tarafından yayınlanan 2016 yılı tarihli “19.Yüzyıl Belgelerinde Selcen” adlı çalışmada bu konuya değinmiştik.
Selcen üzerinde yapılan hesaplamalarda Güran’ın vergiye ilişkin olarak verdiği oran doğrulanmaktadır. Selcen’in yıllık toplam geliri 218 529 Guruş, toplam vergisi ise 25 250 Guruştur. Bu durumda köyün vergi yükü %11,55’İ olur ki bu oran toplam gelirin yaklaşık 1/8’ine karşılık gelmektedir.
Toplam vergi içinde vergüy-i mahsusanın ağırlığı dikkati çekmektedir. Yani aşar ve ağnam resimleri veya diğer rüsumatın adaleti tesis edecek bir biçimde alınmasının ötesinde, söz konusu olan, devletin toplam gelir üzerine tarh ettiği vergiyi mahsusanın ağırlığıdır. Böyle bir gelir-harcama durumunda gelirin biriktirilmesi, yatırıma, sermayeye veya başka bir alana aktarılmasının mümkün olamayacağı doğaldır.
Ticarileşmenin oluşup oluşmadığını gösteren son kıstas köydeki mülkiyet yapısıdır. Sayım esnasında kayda geçen toprak miktarları ile büyükbaş ve küçükbaş hayvanların mülkiyet dağılımları da, haneler arasında, ticarete aktarılabilecek fazla ürünü üretmeye imkân sağlayacak bir sermaye farklılaşması oluşup oluşmadığının bir göstergesi olarak değerlendirilebilir.
Arazi mülkiyeti söz konusu olduğunda toprak/nüfus oranı anlam taşır. Selcen ‘de hane başına yaklaşık olarak 11,56 dönüm ekilebilir toprak düşmektedir. Tarla tarımından elde edilen ürünlerin ziraî işletmelerin fazla ürün ve sermaye birikimine imkân tanımayacak büyüklükte olmadığının göstergesidir. Bu araziler küçük arazi statüsündedirler.
Nitekim Osmanlı İmparatorluğu 19. yüzyıla geldiğinde her ne kadar kuruluş dönemindeki küçük ziraî işletme biriminde çözülmeler olmuşsa da, 1840’lardaki bazı hesaplamalara göre, Anadolu’daki ekili arazilerin %82’si 60 dönümden daha küçük işletmelerden oluşmuştur (122).
Selcen’de kendi kendine yeten ürün üzüm ve üzüm yan ürünleridir. Hane reislerinin önemli bir bölümü yolculuk adı altında bu ürünün ticaretini gerçekleştirmektedir.
Köyde tüccar, esnaf, sanatkâr, ameleler, çobanlar ve yetimlerin dâhil hane reislerinin ekilebilir arazileri bulunmaktadır. Bu arazilerin dağılımı kısmen ortalamadan sapma gösterse de birkaç tanesi dışında ve üzüm üretimi haricinde ihtiyaç fazlası ürün üretmeye imkân tanıyacak boyutta değildir.
Büyükbaş hayvanların dağılımı, köylü ailelerin kendi ihtiyaçlarına yönelik hayvansal gıdaları elde ettiklerinin, bunun dışında taşımacılıkta, kiraya vermede ya da büyük çapta ticarete konu olacak bir kullanımda bulunmadıklarının göstergesidir. Küçükbaş hayvan dağılımında dikkati çeken bir nokta, ailelerin büyük çoğunluğunun küçükbaş hayvana sahip olmamasıdır. Bu durum, küçükbaş hayvanlardan alınan adet-i ağnam vergisinden kaçınma şeklinde bir davranışın sonucu olarak oluşmuş olabilir.
Osmanlı ekonomisinin, özellikle ziraî sektörünün ulusal ve uluslararası pazarlarla 1800’lere kadar bütünleşerek ticarileşememesinin temel nedenini devletin kurmuş olduğu ekonomik organizasyonda aramak gerekir(123).
ÖNEMLİ NOT: Bu sayfalarda yayınlanan okur yorumları okuyucuların kendilerine ait görüşlerdir.