Takip Et
  • 12 Ağustos 2016, Cuma

DENİZ ve BİZ...

10 yıldır Kuşadası’nın Davutlar Mahallesi’nde yaşıyorum. Temmuz, Ağustos aylarında gerek Söke tarafından gerek Kuşadası tarafından yüzlerce hatta binlerce araba Davutlar’a akın etmekte, saat 17.00’den sonra da dönmekte. Halkımız Milli Parka ve Sevgi Plajına gelip dönmekte. Ben bu deniz sefasını pek anlayamadığımdan sorgulama ihtiyacı hissettim. Bizim denizle olan ilişkimiz bir acayip. Denizler, kilometrelerce uzunlukta dev, çorak kara parçalarıymış gibi davranıyoruz.

Su yok sanki üç yanımızda, enine ve boyuna ot bile bitmeyen çorak, geniş, verimsiz topraklar var... Öte yandan, su ile ilgili tuhaf bir “bolluk” duygusu var, mesela lağım akıtınca kirlenmeyecek kadar geniş ve büyük olduğunu düşünüyoruz denizlerin. O kendini yeniledikçe daha da kirletiyoruz, daha büyük silahlarla ateş açıyoruz... Pislik akıtırken hissedilen “bolluk” duygusu dışında, denizlere kara muamelesi yapıyoruz.

Örneğin deniz kıyılarına gitmek için karayoluna gereksinim vardır, diğer olanaklar düşünülmemiştir. Balık tüketimimiz azdır, yavru balık yakalamayı severiz...

Fabrikalarımız denizlere tüm kimyasal atığını salmaya bayılır, lağım akıtma sevdamıza tekrar değinmeyeceğim. Denize ur gibi dolgu alan yaparak “seni yenerim ey doğa, sen mi büyüksün ben mi” diye efelenmek en büyük zevkimizdir.

Deniz, yaşamın doğal bir parçası değil uzun zamandır. 50’li yıllarda başlayan ve bugüne kadar süren “dolgu alan ve yol” anlayışı Türkiye insanın denizle olan doğrudan bağlantısını kesti.

Trafiğin rahatlatabilecek kadar fazla deniz ulaşımı imkanına sahipken bunun son derece sınırlı olması ve trafiğin boyutu bunun ispatıdır. Şehir sahillerinde vakit geçirmek zordur... Hele de kadınsanız, sahile kadın izlemek için gelen kitlenin uzağında, tacize uğrama ihtimalinizin düşük olduğu bir yer bulmanız lazım. Bu da ancak ‘’tacizsavar’’ bir koca, sevgili veya kalabalık bir grupla birlikte oturmakla mümkün veya mayo, kısa şort, vücudunuzu herhangi bir biçimde belli biçimde belli eden bir kıyafet giymemeyi peşinen kabul edeceksiniz. Hani evden havlunuzu alıp sahile atıp güneşlenebileceğiniz her yerinden denize girilebilen, kimsenin kimseyi taciz etmemesinin “doğal hal” olduğu bir deniz kurgusu...

Bugün elimizdeki en iyi ihtimal, araç yollarının haricindeki sahil parklarıdır.

Bir de denizin doldurulup, beton dökülüp sonra betonun önüne kum getirilip yeniden sentetik olarak sahil haline getirildiği plajlar. Öyle “havlumu atayım oturayım” diyemezsiniz hepsinde. Havlunuzu koyacaksanız, parasını da verecekseniz.

Dünyanın neresine giderseniz gidin, sahil şeritlerinin ana karakterini dev yollar belirlemez.

Sahiller güzeldir, halkın doğal bir ihtiyacı için tahsis edilmiştir, zaten o sahiller halkın malıdır, ücretsizdir ve herkese açıktır. Biz ise neredeyse plajlarda aldığımız nefese bile para ödeyeceğiz.

Deniz kültürüne 50’lerden itibaren sırtımızı dönmeseydik. Farklı olur muydu? Bilmiyorum. Güzel olan ne varsa ilk önce günahı ağrıştırdığı bir coğrafya da bunun tahlilini yapmak zor.

Öyle ya da böyle, şimdiki vaziyet şu: Bizim için deniz var, ama yok. Denizle olan bağımız kopmuş, deniz bizim için Davutlar’da meydandaki saksıda duran ağaç gibi. Kendi bağlamından koparılmış, para elde edebildiği sürece değeri olan bir dünya varlığı.

Batı ve güney sahillerini kaplayan “beach club” dünyası da denizle kopan bağın bir uzantısı. Bankı sahile sırtı gelecek şekilde yerleştiren, binanın en güzel manzaraya bakan yerine duvar ören, sahil şeridini altı şeritli yol yapıp esas kullanımından kopararak değerlendirmeyi akıl edebilen bir zihniyetin uzantısı.

Denizi “mal” olarak sahiplenip canını çıkarana kadar, “ekmeğini yiyen” aç gözlü zihniyetin uzantısı.

Kendini belirli bir sosyo kültürel tabakaya ait hisseden veya ait olmak isteyen insanların tercih ettiği ayrışma simgesi. Kadınlar için, biraz da zorunlu bir ayrışma simgesi.

Bastırılmış cinselliğin coğrafyasında iki bacak gördüğünde aklına “günaha girmek” gelen adamların ülkesinin mecburi ürünü. Son günlerde konuştuğumuz Beach Club’lar, bu “ürün“ün sonuna kadar, sınıra kadar suiistimal edilmiş hali. Fiyatlarıyla, müzikleriyle “moda”sıyla tam bugünün ruhunun yaz mevsiminde vücut bulmuş hali.

Aslında buna “deniz kültürümüzün olmaması” denilebilir ama... konu bundan biraz daha geniş galiba.

İyi kötü yönleri tartışılabilir, ama şu gerçek değişmiyor:

İnsanca yaşama kültürü yoksa, işte orada Türkiye tipi plajlar, Türkiye tipi beach club’lar ve Türkiye tipi deniz ve sahiller vardır.

Hepinize iyi hafta sonları sevgili Denge okurları.

ÖNEMLİ NOT: Bu sayfalarda yayınlanan okur yorumları okuyucuların kendilerine ait görüşlerdir.