Tevbe Süresi 18'inci Ayette:
Allah'ın mescidlerini ancak Allah'a ve âhiret gününe iman eden, namazını dosdoğru kılan, zekâtı veren ve Allah'tan başkasından korkmayan kimseler imar eder. İşte doğru yolu bulmaları umulanlar da onlardır" buyurulmakta;
Bir Hadis-i Şerif'te de:
"Her kim Allah Teâlâ’nın rızâsını kasdederek (büyük, küçük) bir mescid yaparsa, Allah da onun için Cennet’te bir ev yapar” denilmektedir...
İnancımıza göre, içlerinde Allah için ibadet edilen cami ve mescidler (tıpkı Kabe gibi) Allah’ın evleri ve buralara gelen müminler de Allah’ın ziyaretçileri kabul edilir. Allah ise ziyaretçilerine ikram edendir...
Öte yandan imanı ve imkanı olup da cami yaptırmak 'sadaka-i cariye' sayılır ve buralarda kılınan namazlardan ve edilen dualardan o mabedin yapılmasına vesile olanlara da sevap yazılacağına inanılır. İşte bu sebeple, atalarımız imkanları ölçüsünde cami yaptırma ya da camilere yardım etmede adeta birbirleriyle yarışmışlardır. Bu nedenle, özellikle kadim Osmanlı şehir ve kasabalarında adım başı bir cami veya mescide rastlamak sıradan bir durumdur...
Osmanlı'dan günümüze kadar gelen mabedlerin çoğunun ilginç ve ibretlik hikayeleri olduğunu biliyor muydunuz?
Bugün sizlere İstanbul'da bulunan harikulade bir caminin ilginç hikayesinden bahsetmek istiyorum...
İstanbul’un Eyüp ilçesinde bulunan ve 1577 yılında Zal Mahmud Paşa ile eşi Şah Sultan tarafından Mimar Sinan'a yaptırılan bu cami, gerek mimarisi gerekse de mihrabındaki işlemeler bakımından eşsiz bir güzelliğe sahiptir. Evliya Çelebi bu cami için, “Camilerin en güzelidir ki İrem bağı içinde iki tarafı yıl (yol) ve pek parlaktır. Osmanlı ülkesinde olan vezir camileri içinde bundan nurlusu yoktur. Minberi, mihrabı, müezzin mahvelleri ince sütunları Sinop kalasındaki minberden başkasında görmedim’ sözlerini sarfetmiştir...
İçinde medrese, türbe ve çeşmenin bulunduğu bir külliyede yer alan bu harikulade caminin ne yazık ki yapıldığı dönemde yaklaşık 5 yıl boyunca neredeyse hiç cemaati olmamış, halk namaz kılmak için yeni yapılan bu Cami yerine başka camilere gitmiş. Denilenlere göre, aradan yüzyıllar geçmiş olmasına rağmen bugün bile namaz vakitlerinde caminin pek fazla cemaati olmazmış...
Neden mi?
Nedeni mimarisinde ya da caminin bulunduğu mahalde değil, isminde gizli...
Caminin hamisi ve banisi olan Kanuni Sultan Süleyman'ın veziri Zal Mahmud Paşa 1553 yılında boğdurulan Şehzade Mustafa'nın katline bizzat müdahil olarak infaza yardım etmişti.
Tarihçilerin anlatımlarına göre;
”Kanuni Sultan Süleyman oğlu Şehzade Mustafa’yı çadırında kabul edeceğini haber verdi. Şehzade Mustafa uzun süredir görüşmediği babasının huzuruna çıkmak ümidiyle girdiği çadırda, yedi dilsiz celladın saldırısına uğradı. Kendisini boğmak için üzerine saldıran cellatlara karşı koyan Şehzade Mustafa bir taraftan da babasını yardıma çağırdı. Çadıra giren Kapıcıbaşı Mahmut Ağa, Şehzade Mustafa’yı arkasından kavrayarak boyunduruk vurarak O'nun dilsizler tarafından boynuna kement atılarak boğulmasına yardım etti. Kanuni Sultan Süleyman’ın ardından tahta çıkan 2. Selim, Zal Mahmut Ağa’yı hizmetinin karşılığı olarak paşalığa yükseltti ve vezirliğe getirdi.
İlerleyen zamanda Sultan 2. Selim’in kızı Şah Sultan ile evlenen Zal Mahmut Paşa eşi ile birlikte bahsi geçen camiyi yaptırmıştır.
1580 yılında 50 yaşındayken hayatını kaybeden Zal Mahmut Paşa, aynı yıl vefat eden eşi Şah Sultan ile birlikte inşa ettirdiği külliyeye defnedildi."
Halkın çok sevdiği Şehzade Mustafa'nın boğdurulmasının kamuoyunda yarattığı derin üzüntü, insanların bir dönem bu camiye gitmemesine sebep oldu. Hatta Zal Mahmut Paşa’nın babasının da oğlu için şöyle beddua ettiği söylenir:
“Sen ki Mustafa’nın katilisin, o caminin kapısından adımımı atmam. Dilerim ki camin olsun ama cemaatin asla olmasın"
Öte yandan Mimar Sinan'ın Caminin yapılmasında pek gönüllü olmadığı da rivayetler arasındadır...
Şimdi gelelim bu hadiseden alınacak derslere;
Eğer halin vaktin yerinde ve kudretli isen Mimar Sinan'a bile cami yaptırabilirsin, fakat eğer kalp kırıp can yaktıysan ve gönüller yıktıysan, Eyüp Sultan’ın yanıbaşında bile olsa toplumsal vicdan o yaptırdığın camiyi reddeder. Bir başka deyişle, cami yaptırırsın yaptırmasına da cemaati cem edemezsin. Yaptırdığın cami, tıpkı Şehzade Mustafa’nın ahını alan Zal Mahmud Paşa'nın yatırdığı cami gibi boş ve münzevi kalır...
Gönül yapmak insan olmak, gönül yıkmak ise insanı ve insanlığı yok etmek demektir...
Sufîler kalbi Beytullah, yani Allah'ın evi olarak adlandırmışlardır. Mevlana da bu hususta "İncitirken bir daha düşün, gönül Allahın mülküdür" demektedir...
Bu sebepten ötürü, gönül ehli kimselerin en çok korktuğu hususlardan biri kalp kırmak, gönül yıkmaktır. Onlar, insan kalbini nazargâh-ı ilâhî olarak gördükleri için, hep gönüller yapmaya çalışmışlardır...
Yunus Emre gönül yıkmanın kötülüğü konusunda "Gönül Çalab'ın tahtı/Çalap gönüle baktı/İki cihan bedbahtı/Kim gönül yıkar ise" derken, gönül yapmanın fazileti konusunda da "Yunus Emre der ki, ey hoca/Gerekse var bin hacca/Hepsinden iyice/Bir gönüle girmektir" demektedir...
Son söz Ömer Hayyam'dan gelsin;
Yalan yuvalandıysa dilinin ardında, haram kattıysan servetine malına, kırdığın bunca gönlün ahı yakında, yediğin kul hakkı sırtında oldukça, değil cami Kâbe’ye köprü yaptırsan ne fayda...
Esen Kalın...
ÖNEMLİ NOT: Bu sayfalarda yayınlanan okur yorumları okuyucuların kendilerine ait görüşlerdir.