“Kim kimi ne kadar anlayabilir Ömür hanım?”
Şükrü Erbaş’ın bu cümlesi, insan ilişkilerindeki en temel kırılmayı işaret eder: Anlamanın sınırı. Çünkü çoğu zaman karşımızdaki insanı değil, onun bizde bıraktığı yansımayı anlamaya çalışırız. Yine de insan denen varlık, kendi sınırlarının ötesine adım atabilmenin en inandırıcı yolunu “anlaşılmak” duygusunda bulur. Ruhumuzun gerçekten hafiflediği anlar, çoğu zaman birinin bizi çözdüğünü sandığımız o kısa aralıklara denk gelir.
Terentius, “Onunla her şeyi paylaşmak zevkinden mahrum kalınca, hiçbir zevki tatmamaya karar verdim,” demiş kaybettiği dostunun ardından. Bu söz, dostluğun abartılı romantizminden çok, birlikte yaşanan düşünsel alanın kaybına işaret eder. Belki de dostluk dediğimiz şey, birinin yaralı yanımıza dokunduğunda acıtmak yerine “görüldüğümüzü” hissettirmesidir. Dokunmak değil, temasın kendisini mümkün kılan o güvenli aralıktır değerli olan.
Bir insanı özlemek, çoğu zaman geçmişe duyulan bir özlem değil; kendi yarım kalan tarafımıza duyduğumuz ihtiyaçtır. Bize kendimizi hatırlatanları unutmak zor olduğu için, yoklukları sadece bir kişiyi değil, bizde çözümsüz kalmış bir tarafı da hatırlatır.
Bu yüzden insan kendine şu soruyu defalarca sorar:
Yalnızlığımızı unutturacak kadar varlığı, eksikliğimizi gösterecek kadar yokluğu olan kişilere mi dost deriz?
Belki de dostluk, iki kişinin birbirine yaslanması değil; iki yalnızlığın aynı noktada doğrulacak kadar cesaret bulmasıdır.
Ne daha fazla yakınlık ister ne de mesafeyi bütünüyle reddeder.
Bazen mesafe ister, bazen yakın. Denge ister.


ÖNEMLİ NOT: Bu sayfalarda yayınlanan okur yorumları okuyucuların kendilerine ait görüşlerdir.