Takip Et
  • 30 Kasım 2017, Perşembe

Başkalarının gözünden Aydın...

Mesleğim gereği yurtiçi ve yurtdışında çok yere gittim, çok farklı kesimden insanlar tanıdım. Dünyanın ve Türkiye'nin her yerinden dostlarım oldu. Bazılarıyla ilk tanışıklığım çok ilginç hikayelerle başladı. Aydın'lı olduğumu öğrendiklerinde ilginç tepki verenler oldu. Büyük çoğunlukla olumlu olan bu tepkilerin yanında, az da olsa beni üzenler de olmadı değil.

 

Yıllar önce görev icabı Malatya'da iken, bir öğlen vakti karnımı doyurmak için bir lokantaya gitmiştim. Lokanta, şehrin eski ama bir o kadar da nezih lokantalarından biriydi. Biraz geç gittiğimden, öğlenin sıkışıklığı bitmiş ve içeride çok az sayıda müşteri vardı. Daha sonra lokantanın sahibi olduğunu öğrendiğim ve hemen birkaç masa ilerde oturan tonton bir amca, kulağa hoş gelen sevimli sesiyle " Buralı olmadığın belli, nerelisin delikanlı?" diyerek sordu. Ben de "Ankara'da yaşıyorum, ama aslen Aydınlıyım Amca" diye karşılık verince adamın suratı üzgün bir ifadeye büründü. Acaba yanlış birşey mi dedim diye düşünürken konuşmaya başladı. "Çok güzel memleket, gidip gördüm, ama koruyamadınız be Menderes'i. Bu nedenle size kızgınım delikanlı" dedi.

 

O an başımdan kaynar sular döküldüğünü hissettim. Hep, "Bizim oralı, öz be öz Aydın çocuğu, Aydın'ın yetiştirdiği en büyük Adam" diye övündüğümüz Adnan Menderes'e hiç bu açıdan bakmamıştım doğrusu. Sahi koruyamamış mıydık O'nu? Ya da O asılmasın diye ne yapmıştık? Aydınlılar olarak sokaklara dökülüp isyan mı etmiştik? Yoksa herkes gibi, susup sessizce asılmasını mı izlemiştik?

 

Sanırım cevap olumsuz. Evet, sanırım Aydınlılar olarak üzerimize düşeni yapmamıştık. İsyan etmedik hiç, tepki göstermedik pek, tepkilerimiz Aydınlı olmayanlardan farklı değildi malesef.

 

Malatya'daki o tonton amcayla geçen bu olayı hatırlayınca hala içim cız eder.

 

Aydın'la ilgili ilginç olan şeylerden biri de, Aydın merkezinin deniz kenarında, Kuşadası'nın da Aydın'a değil de İzmir'e bağlı bir ilçe olarak bilinmesi. Bunları böyle bilenlerle defalarca karşılaştım. Kuşadası'nın İzmir'in bir ilçesi olarak bilinmesi, belki de eskiden İzmir'e bağlı olup sonradan, 1957 yılında Aydın'ın bir ilçesi haline gelmesindendir. Gerçi bunu birçok Aydınlı bile bilmez. Çünkü, yeni yetişen nesil malesef okumuyor, sorgulamıyor, öğrenmiyor.

 

Peki, bir başka soru? Kaç kişi, Türkiye'de kestane üretiminin en çok hangi ilde olduğunu söyleyebilir? Çok azımız hariç, bu sorunun cevabı olarak hemen Bursa ilini söyler. Çünkü, malum kestane şekeri Bursa'da yapılıyor. Uludağ'ın her yanı kestaneliklerle dolu. Dolayısıyla cevap ta Bursa olmalı değil mi? Ama yanılıyorsunuz; Aydın ili Türkiye'de en çok kestane üretiminin yapıldığı ildir. Hatta Bursalılar kestane şekeri yapmak için gerekli olan kestaneyi Aydın'dan götürürler. Çünkü Aydında yetişen kestane çok özeldir ve kestane şekeri yapmak için çok uygundur.

Bu durumu Aydınlılar bile bilemezken, başka illerden olan insanların bilmelerini beklemek fazla safdillik olur.

 

Gelelim farklı bir örneğe; "Kısa kes, Aydın havası olsun" mu?, "Kısa kes, Aydın abası olsun" mu?

 

Bu sözün doğrusu, "Kısa kes, Aydın abası olsun" şeklindedir, ama malesef neredeyse herkes "Kısa kes, Aydın havası olsun" diyerek yanlış kullanır. Ben şahsen, bu şekilde yanlış kullananları duyduğumda düzeltiyorum ve işin doğrusunu, sözün nerden geldiğini anlatıyorum. Sözün bu şekilde söylenmesine sebep olan hikaye şöyledir;

 

Balıkesir, eskiden en güzel aba kumaşlarının dokunduğu bir yermiş. Günlerden bir gün Balıkesir'e yolu düşen bir adam, buranın meşhur aba kumaşından bir elbiselik almış, memleketine götürmüş. Elbise diktirmek için doğru terzisine gitmiş. Terzi adamın ölçüsünü aldıktan sonra:

- Bu aba hem üstlük hem de şalvar dikmeye yetmez, deyince tepesi atan müşteri kızgınlıkla terziye bağırmış:

- Yahu nasıl yetmez? Etekleri kısa olsun, kısa kes Aydın abası olsun, demiş.

Bu söz, dükkanda bulunan diğer müşterilerin de çok hoşuna gitmiş ve dilden dile dolaşır olmuş.

 

Aydınlı olmayanların (ve hatta Aydınlı olan birçok insanın) Aydın'la ilgili yanlış bildikleri, ya da hiç bilmedikleri şeylere son örneğimiz, Efelerin kim oldukları ve Türk Tarihindeki eşsiz rolleri konusundaki yanlış bilinenlerdir.

 

Biliyorsunuz Aydın'da zeybeklere efe denir. Bir başka deyişle, efe denilince akla Aydın gelir.

 

Peki, kimdir efe?

Burada efelerin tarihi ve kim oldukları konusunda uzun uzadıya konuşacak değilim. Ama, yanlış bilinen bir gerçeği ve efelerin bilinmeyen yönlerinden kısaca bahsedeceğim.

 

Anadolunun bazı yerlerinde efe denilince akla ilk gelen, malesef, eşkiya ve dağ adamıdır. Bu düşüncede olanlara, Yörük Ali Efe'den, Kıllıoğlu Hüseyin Efe'den ve Sökeli Cafer Efe'den uzun uzun bahsetmek ve onlar gibi binlerce efenin bu ülkenin kurtuluşunda oynadıkları rolü öğretmek lazım. "Efelik efendiliktir!" sözünü beyinlerine kazımak lazım.

 

Osmanlının son zamanlarında, devletin bazı yanlışları ya da başka sebeplerle dağa çıkıp eşkiyalık yapan efeler yok değildi. Ama bu durum, bütün efelerin eşkiya oldukları manasına gelmez. Bunlardan çoğu, efeliği bir kültür olarak benimseyen ve asla haksızlık yapmayan, dağda bir nevi adaleti sağlayan inançlı ve savaşçı insanlardı. Örneğin, askerliği sırasında bir komutanının kötü muamelelerine dayanamayıp asker ocağından kaçan Yörük Ali Efe, asla ev basmamış, haklıya zulüm etmemiş, dağda bile olsa beş vakit namazını kaçırmamaya özen göstermiş inançlı bir vatanseverdir. Memleket işgal edilince, diğer bütün efeler gibi, "Artık, dağda durup askerle savaşma zamanı değil, düze inip askerle birlikte düşmana karşı savaşma zamanıdır" diyerek Kuvay-ı Milliye'nin ilk gönüllü neferlerinden biri olmuştur.

 

Efeler sayesinde Yunan bu topraklardan sökülüp atılmıştır. Bu nedenle, Efe denilince insanların bir kez daha durup düşünmesi lazım gelir.

 

Evet sevgili okurlarım, buraya kadar anlattıklarım, Aydın ile ilgili olarak yanlış bilinenler ya da hiç bilinmeyenlere ait örneklerdi. Bu örneklerin sayısını artırmak pek tabiki mümkün. Bütün bunlardan bahsederken asıl dikkat çekmek istediğim husus, bizim bile bazen bilmediğimiz gerçekleri, Aydınlılar olarak öncelikle kendimizin öğrenmesi, sonra da başkalarına öğretmemiz gerektiğidir. Yoksa durumumuz aynen şu sözde söylendiği gibi olur;

 

"O mahiler ki derya içredir, deryayı bilmezler"

(O balıklar ki denizin içinde yaşarlar, ama denizi bilmezler)

 

Muhabbetle kalın... 

ÖNEMLİ NOT: Bu sayfalarda yayınlanan okur yorumları okuyucuların kendilerine ait görüşlerdir.