Takip Et
  • 10 Ocak 2019, Perşembe

TOPLUMUN SİNİR UÇLARINA DOKUNMAK...

Sevgili Okurlarım,

 

Türkiye, kendisine vatandaşlık bağı ile bağlı farklı din ve kültürlere sahip birçok etnik grubu bünyesinde barındıran bir ülkedir. Bu farklı gruplar çok uzun yıllardır, tıpkı Osmanlı İmparatorluğu zamanında olduğu gibi, birbirleri ile kardeşçe yaşamaktadırlar. Ancak, bu kardeşlikten nasibini almamış bazı gruplar ve kişiler, zaman zaman diğer kişi ve grupların sinir uçlarına dokunarak huzur ve barış ortamını tehdit etmektedirler. Sözkonusu sinir uçlarından kastımız, toplumun kırmızı çizgileridir.

 

Hiç şüphesiz ki her kişinin, grubun, milletin ve hatta ülkenin, vazgeçilmez kırmızı çizgileri mevcuttur. Bu çizgiler asla aşılamaz ve tecavüz edilemez. Örneğin, iki kişi birbirleriyle söz dalaşı yaparken, biri diğerinin izzet-i nefsine ya da namusuna dil uzatacak olsa, diğeri buna asla müsade etmez ve "Hoop, orda dur bakalım!" diyerek, muhatabına tepki gösterir. Çünkü, o kişi için "namus olgusu" onun kırmızı çizgisidir. Tıpkı bunun gibi, dini değerler ve inançlar da toplumlar için kırmızı çizgilerdir. Hiçbir kimse ve grup, bu sinir uçlarına dokunup toplumun tepkisini sınamaya kalkmamalıdır.

"Efendim kimsenin böyle birşey yaptığı yok, nereden çıkarıyorsunuz bunları" diyorsanız, buyrun size birkaç örnek:

Edirne Belediye Başkanı Recep Gürkan, komşu ülke Yunanistan ve Bulgaristan'dan kente gelen turistlerin yeni yıllarını kutlamak için şehrin birçok noktasına kendi dillerinde kutlama afişleri ile donatırken, afişlerde şehrin ismini "Edirne" yerine Bulgarca 'Odrin', Yunanca ise ' "Adrianoupolis" olarak kullanması;

İstanbul Beylikdüzü Belediye Başkanı ve CHP’nin İstanbul Büyükşehir Başkan Adayı Ekrem İmamoğlu'nun, CHP Genel Başkanı ile birlikte Beylikdüzü'nde, Türk katili  Rum Başpiskopos 3. Makarios’un heykelini dikmesi;

Gezi olayları sırasında da duvarlara “Zulüm 1453’te başladı” şeklinde yazı yazılarak, Peygamber müjdesi olan İstanbul'un fethinin “zulüm” gibi yansıtılması;

Türk toplumunun sinir uçlarına dokunmak değildir de, nedir?

Değerli Okurlarım,

Bütün bu örneklerde görüldüğü gibi, zaman zaman toplumun kırmızı çizgileri ihlal edildiğinde, bir başka toplumsal değer olan ve eskilerin müsamaha dedikleri "hoşgörü" kavramı devreye girer.

Sözlüklerde, hoşgörü kavramının tanımı;

"Kendisininkilerle çelişse bile, başkalarının düşünce ve kanılarını özgürce dile getirmelerinden rahatsız olmama, onların geçerliliklerine karşı tepki göstermeme tutumu" şeklinde yapılmaktadır.

Tam da bu kavramda ifade edildiği gibi, Türk milleti hoşgörülü olmasıyla bilinen bir millettir. Biz Türkler, dinleri, kültürleri, milletleri ve diğer bakımlardan kendileri ile aynı olmayan insan ve toplumlara karşı hoşgörülü davranırız. Tarihte, bunun bir çok örneğini bulmak mümkündür.

J.J.Rousseau, "Emile" adlı eserinde Türk müsamahakarlığını şu şekilde ifade etmiştir :

“Türkler, dinleri icabı, kendi dinlerine düşman olanlara bile müsamahakar ve misafirperverdirler.”

Fatih Sultan Mehmet, İstanbul’un fethinden sonra haşmetle şehre girer ve doğru Ayasofya’ya gider. Burada toplanmış olan halk ve papazlar, genç hükümdarı karşılarında gördükleri vakit, ağlayarak ve aman dileyerek yerlere kapanırlar. Padişah onlara sükut etmelerini söyledikten sonra Patrik’e:

“Ayağa kalk! Ben Sultan Mehmet Han, sana ve arkadaşlarına ve bütün halka söylüyorum ki, bugünden itibaren artık ne hayatınız ve ne de hürriyetiniz hususunda benim gazabımdan korkmayınız.” der.

Sevgili Dostlarım,

"Ederinden fazla değer, soytarıyı kral eder" diye bir söz vardır. Ülkemizde, kendilerine haddinden fazla müsamaha gösterilen bazı soytarılar, sanırım kendilerini kral hissetmeye başladılar.

Oysa bilinmelidir ki, hoşgörülü olmak herşeyi kabul etmek değildir. Hoşgörünün de bir sınırı olması gerekir. Her şeye hoşgörü ile yaklaşmak, kendimize yapacağımız en büyük kötülüklerden biridir. Haddinden fazla hoşgörü, safdillik olur.

Galiba bizdeki hoşgörü, safdillik boyutuna ulaştı. Çünkü böyle olmasaydı, bazı soytarılar durup durup sinir uçlarımıza dokunmaz ve en son geçen hafta Ayasofyadaki provakatif olayı gerçekleştiremezlerdi.

Sözkonusu olayda aşağılık bir soytarı, bir gece vakti özel bir grupla ve özel bir izinle girdikleri Ayasofya'da on saniye içinde alelacele, dans ediyormuş gibi figürler yapıp fotoğraf çektiriyor ve fotoğraf çekildikten sonra da oradan hızla uzaklaşıyor.

Leyla Alaton denen Yahudi iş kadını da  bu fotoğrafı "Müzede bir gece" başlığı ile kendi sosyal medya hesabından kamuoyuna servis ediyor. Sözkonusu kadının vermek istediği mesaj gayet açık;

"Osmanlıyı yıktık, istersek camilerinizde de dans ederiz, hiçbiriniz de birşey yapamazsınız"

Bu olayla ilgili sorulması gereken sorular şunlar olsa gerek:

Sıradan bir vatandaş gece Ayasofya'ya neden giremiyor da, bu kız 150 kişi ile birlikte girebiliyor?

Namaz kılmak isteyen bir kardeşimize, daha tekbir bile almadan derdest eden güvenlik görevlileri, neden bu kıza hemen müdahale etmiyor?

O kız, o dansı, o anda orada gerçekleştirme cesaretini nereden buluyor?

Bu fotoğrafı "müzede bir gece" olarak sosyal medyaya servis eden Yahudi asıllı Leyla Alaton, bu paylaşımı yapma cesaret ve işaretini nereden alıyor?

Sevgili Dostlarım,

Biz hep hoşgörü ile yaklaşırken, bazıları bizim en hassas sinir uçlarımızla oynamaya devam etmektedirler. Zannımca böylelerine müsamaha devri çoktan geçmiştir.

Bir an için sözkonusu olaya farklı rollerle hayal edelim;

İsrail'de bir sinagogta, ya da Fransa'da bir kilisede bir Müslümanın namaz kılarak dua ettiğini düşünelim. Sonuç ne olurdu?

Pek tabi ki, bu işi yapan kişi anında yaka paça ele geçirilip en ağır şekilde cezalandırılırdı. Hoşgörü vesaire de asla sözkonusu olmazdı.

Kişisel olarak tepki göstermenin sonuç doğurmayacağı gerçeği göz önünde bulundurulduğunda, devletin bu provakasyonu hazırlayan ve bu işin içinde olan tüm sorumlulardan hesap sorması gerektiğine inananlardanım. Aksi taktirde, toplumun değerlerine bizzat gene toplumun fertleri tarafından saldırılmaya devam edilecektir. Böylesi bir durumun, toplumsal barış üzerinde oluşturacağı muhtemel zararları hesap etmek ise, hiç te güç olmasa gerektir.

Son söz;

Hoşgörünün de bir sınırı vardır. Sonsuz hoşgörü, hoşgörünün sonu olur.

Esen kalın dostlarım...

ÖNEMLİ NOT: Bu sayfalarda yayınlanan okur yorumları okuyucuların kendilerine ait görüşlerdir.