Bir mahallenin bütün pencereleri kapanıverir mi? Kapandı. Evlerin ışıkları bir bir söndü.Artık akşamüstüleri gölgeler serinleyince o taşın, Karahasanoğlu’nun evinin köşesindeki taşın etrafına gelip oturan bile kalmadı. Bu mahalleden hayatın bütün bütün çekildiğini haber vermeye yetip artar. Taş deyip geçmemeli. Bir zamanlar orası, hani nasıl derler, hayatın nabzının attığı yerdi. Yalnız o mahalleden değil, aşağı ve yukarı mahallelerden bile gelip orada oturanlar, ikindi cıvıltısının günbatımına doğru sarktığı dar vakitlere kadar kalkmak istemeyenler olurdu. Neden mi? Çünkü orası ayaklı gazetelerin olduğu yerdi bir bakıma. Günün bütün özeti orada geçilirdi. Güneş devrilip gölgeler uzadı mı, ihtiyarlar bastonlarına dayanarak çıkıp gelirler. Sonra kadınlar belirir beyaz örtüleriyle. Çocuklar, toplaşıp bir o yana bir bu yana savrulurlar. Gidemeyenin içinde kalır, işleri bitirip şöyle bir çıksam denir. Yoldan geçen bir miktar durup eğleşir, derken köşede hatırı sayılır bir topluluk birikir. Böylece mahallenin kulağı buraya çevrilir.
Alınmış, satılmış, gelinmiş, gidilmiş, hastalık, ayrılık hepsinin dökümü yapılır. Boş durulmaz, iğne oyası yapılır, kanaviçe işlenir, sökük, yırtık dikilir, fasulye ayıklanır ve elbette semaverden ince belli bardaklarda çaylar içilir. Vişne şerbeti gelir, çekirdek torbası hatta kurabiye, sarma ve börek tepsisi görüldüğü olur. Velhasıl köşede taşın orası nereden baksanız bir tiyatro, bir eğlence bir cemiyet ve toplantı yeri olur.
Öyleydi. Bütün o 60’lı yıllar boyunca, belki 70’lerin ortalarına kadar. İşte oranın, o taşın müdavimlerinden hiç kimse kalmadı şimdi. Haliloğlu dede gitti, eşi Ayşe nine gitti. Haliloğlu Mustafa amca gitti.Aydemir ve eşi Emir teyze gitti, Karahasanoğlu ve Bedir teyze gitti.Ali amca, Nurettin amca ve değerli babam, Şengül teyze hatta Ergüven abi gitti. Bu hafta Nazlı teyzeyi de uğurladık. Bir taşın üstünde yazılan dönem hikayesi böylece sona erdi.Bu yalnız Ege’nin bir köyünde yaşayıp göçmüş meçhul insanlar hikayesi miydi? Öyle olsaydı, belki bu yazının konusu olmazdı. Bir devrin, bir insan tipinin, bir dilin ve aslında bir yaşama biçiminin yitişi bu yaşadıklarımız. En çok bu yüzden yazılmayı ve hatırlanmayı hak ediyor. Böyle akşam evvel ikindilerden birinde hayatın merkez üssü taşın etrafında evlerdeki eksik, gedik konuşuluyordur. Birazdan hazırlıklar bitecek evlerden evlere tepsiler, sepetler , sürahiler gidecektir. Karpuzlar, üzüm salkımları, süzme yoğurtlar buz kavonozları, o evden bu eve, bu evden o eve…
Haftanın birkaç günü müthiş bir gürültüyle tozu dumana katarak, dondurmacı gelip taşın önünde duracaktır. Mahallenin bütün çocukları etrafında dondurma beklemekte. Haliloğlu dede, o küçülüp giden gözleriyle gelipte dondurma alamayan çocukları gözleyecek, hiçbir çocuğun oradan dondurmasız ayrılmasına müsaade etmeyecektir. O yoksa Ayşe ninenin kuşağında bir dondurma parası mutlaka vardır. Çünkü onlar, yalnız torunlarının değil, mahalledeki her çocuğun ninesi ve dedesidir. Bütün mahalle kadınlarının “komşuanne” olduğu gibi…
Hayır, öyle demezlerdi. Mesela, nur içinde yatsın, Nazlı Teyze yumuşacık sesiyle gonşana derdi. Çoğu zaman o “n” de kaybolur ve sözcük, anlaşılmaz bir biçimde ‘gooşana’ ya dönüverirdi. Anlatmak istediğim her şeyi bütün o 60’lı yıllar hayatını özetleyen söz, aslında bu “gonşana” dır. Bazılarımızın ibretle söylediği gibi, henüz birey olmayı “bencil olmak” şeklinde anlamadığımız, mahallenin büyük bir aile olduğu günlerde, çocuklar bütün evlere kendi evi gibi girip çıkardı. Öğle yemeğinde bir komşuda, akşama bir başkasının sofrasında olmak garipsenecek bir durum değildi. Bir sabah gonşanalardan birinin evinde uyanmak, çok tabii bir şeydi. Gonşana kendi oğluna bir şey almış, yahut bir kaşkol örmeye başlamışsa aynısını oğlunun arkadaşına da düşünürdü. Kızına ipek oyalı yazma işlemişse, komşusunun kızına da işlerdi. Ve çocuklar birbirinin evlerini öyle benimserdi ki, dışarıdan yahut okuldan geldiklerinde, kendi evleri yerine önce gonşanalarının evine uğrayıp karınlarını doyurabilirlerdi. Anneleri sorduğunda “Ben gonşanamda yedim.”derlerdi. Herkesin ikinci kapısıydı komşu evleri. Daha önceleri de zaman, zaman söylerim bizim toplum hayatımızda o büyük ailenin son fotoğrafı 70’li yıllarda kalmıştır. Sonra herşey darmadağın! Hani Oktay Akbal’ın dediği gibi, “Önce ekmekler bozuldu sonra sırasıyla herşey” Göçler şehirleşme, 12 Eylül faşizminin huzuru kılıfı altında getirdiği yozlaşma ve Özal’lı yılların rehaveti ve birbiri ardına gelen ölümler. Bir neslin yitirilişi…Köşedeki o taşın etrafı tenhalaşıp gitti. Şimdi düşünüyorum da, " Hey gidi günler hey, diyorum. Bir devir kapandı!” Hepinize iyi haftasonları sevgili Denge okurları.
Not: Başarılı gazeteci kardeşim Cem Ulucan’a yapılan saldırıyı şiddetle kınıyorum. Geçmiş olsun derken maalesef böyle olaylar, eski bir gazeteci olarak gazeteciliğin fıtratında var diyorum.
ÖNEMLİ NOT: Bu sayfalarda yayınlanan okur yorumları okuyucuların kendilerine ait görüşlerdir.