Temmuz sıcağı bastırdı. Güneşin altında sadece biz değil, ormanlarımız da kavruluyor. Her yıl olduğu gibi bu yıl da "yangın sezonu" açıldı; ama bu bir sezon değil, bir felaket takvimi artık. Gözümüzün önünde yanan ağaçlar, duman altında kalan köyler, hayvanların çığlıkları, doğanın sessizce yok oluşu… Ve biz, yine çaresizlikle izliyoruz.
Aydın, İzmir, Muğla, Antalya… Her yangında aynı görüntüler. Helikopter bekleyen insanlar, hortumla alevlere su tutan köylüler, gözyaşlarını içine akıtan ormancılar… Oysa bu topraklar sadece bizim değil. Her ağacın altında bir kuşun yuvası, her çalının ardında bir kaplumbağa var. Ve biz hepsinin evini, yaşamını, geleceğini birlikte kaybediyoruz.
“Ciğerlerimiz yanıyor” derken sadece ormanları kastetmiyoruz. Bu, sadece doğanın değil, bizim de yangınımız. Çünkü orman yandıkça oksijen azalıyor, su kaynakları kuruyor, iklim değişiyor. Her bir yangın, geleceğimizden çalınan bir nefes demek.
Yangınların bazıları doğal, çoğu ise insan eliyle çıkıyor. Kimi bilinçsizlikle, kimi ihmalle, kimisi ise açık açık sabotajla. Ormana atılan bir cam şişe, söndürülmemiş bir mangal, yetersiz denetim, koordinasyonsuz müdahaleler... Hepsi bu felaketin zincirinde birer halka.
Bu yangınlar sönse de biz eskisi gibi olmayacağız. Çünkü her alev, içimizde bir parçayı daha kül ediyor. Ve biz her yaz aynı cümleyi kuruyoruz: “Ciğerlerimiz yanıyor.”
Ne olur, bu cümleyi son kez kurduğumuz yaz bu yaz olsun.
ÖNEMLİ NOT: Bu sayfalarda yayınlanan okur yorumları okuyucuların kendilerine ait görüşlerdir.