Takip Et
  • 1 Şubat 2019, Cuma

Ne güzel bir tadı vardır yaşanmışlıkların

Bir yazı bu kadar mı derine, eskiye götürür insanı. Sizlerle de paylaşmak istedim. Yaşanmışlıklara gelsin bu yazı iyi okumalar.

Ne güzel bir tadı vardır yaşanmışlıkların,

Kekremsi bir tat bıraksa da bazı hikayeler, yeni kitap kokusu kadar özeldir ikinci el bir kitabın yaşanmışlığı. Sayfalarında merakla gezinir, sizden önceki sahibinin sayfa kenarlarına bıraktığı anılarını da satın alırsınız aslında. Bu yüzdendir ki yaşanmış kitaplar daha çok sevilir. Sahaflarda bir günü eskitebilir insan. Saatlerin nasıl geçtiğini, dükkanın bir köşesine konulmuş eski bir taburede başladığınız kitabı tutmaktan eliniz, eğilmekten omzunuz sızladığı zaman anlarsınız. Altı çizili satırları okurken bir merak duygusu götürür sizi dokunulmuş hayatların o eşsiz dünyasına. Romanlarda tasvir edilen karakterleri nasıl tahayyül eder insan, yaşanmış bir kitabın eski sahibi ya da sahiplerinin iç dünyasını da öyle çizmeye başlar zihnimiz. Robot bir resmin eksik yanlarını da kitap tamamlar.

Eski hikayeler dinlerken de yaşanmışlıkların fırından yeni çıkmış kurabiye kadar tatlı kokusunu alırsınız. Büyüklerin anlattığı hikayeler, “karların yolları kapladığı bir kış günü”… ya da “sabahın erken vakti yola koyuldum” ile başlayan o hikayeler… Küçükken ne zaman yaşlı bir teyze ya da amca görsem, dizinin dibine oturur hikayesini sorardım ona. Yüzündeki çizgiler, nasırlanmış elleri ile altı çizilmiş satırlar gibiydi her biri. Bir Hacı amcamız vardı, ne zaman memlekete gitsek tek başına yaşayan bu tarihe şahitlik eden heybetli ve doksan küsur yaşındaki amcanın bize hoş geldin demek için gelişiyle hemen dizilirdik üç meraklı göz olarak etrafına. Her birimizin aklında bir sürü soru, hemen hep bir ağızdan sorardık. Atatürk’ü gördün mü? Eskiden kışın çok kar yağar mıydı? Hangi savaşları gördün? bitmezdi soruların arkası…

Önce bir kahkaha atardı, sonra başlardı anlatmaya… O yaşanmışlıklarda öyle güzel bir tat olurdu ki, tarih benim için mis gibi sabun kokan takım elbisesiyle cebinden çıkardığı köstekli saatiyle ve sanki bir zaman makinasının içinden geçer gibi o kalın sesiyle anlattığı hikayelerden ibaretti. Bazen bu bizi eski sokakların, hanların, cumhuriyet trenini bekleyen kalabalığın, cephedeki mevzilerin, karın, fırtınanın arasına götüren anılar bir öksürük sesiyle kesilirdi. Hemen koştururduk mutfağa, bir bardak su alıp bizi o mermi seslerinin, soğuğun arasından çıkarıp tekrar günümüze getirsin diye tutuştururduk eline. Gece baykuşların sesini, ılık esen rüzgarı ve bizi zaman tünelinde yıllardan yıllara sürükleyen o kadim sesi gece bile sessizliğiyle dinlerdi. Bizse soluk almadan… Bir duvardaki saatin tik tak sesi, bir de tuttuğumuz ve arada bıraktığımız nefesimiz.

Bu his öyle sarıyor ki insanı, gündüzleri bile peşini bırakmıyor, annemin “bırakın artık Hacı amcayı biraz soluklansın” sesine kadar tarihi, susayıp pınara koşan çocuklar gibi avuç avuç telaşla içiyorduk. Tarih kitapları yaşanmışlığı bu denli verebilir mi? Oysa Hacı amca girse tarih dersimize, kimse dersi kaynatmak için bu denli çabalamazdı. Atatürk derken gözleri gülen, savaştan bahsederken bir anda heyecanlanıp kulağından ıslık çalarak geçen mermiyi anlatırken elini kulağına götüren, o harp yıllarında sevdiği kızı gerisinde nasıl bıraktığını anlatırken başını yere düşüren… Bu hisler ancak bir yaşayanın dilinden dinlenirse haz verir.

Aynı his anneniz çeyiz sandığını açtığında, babanız askerlik anılarını anlatmaya başladığında da peyda olur. Dantelalardan, babanızın o kadar mesafeden nasıl nişan alıp vurduğundan çok o anki duyguları, mimikleri ve seslerindeki bazen derin bazense neşeli dalgalanmaları sarar sizi. Uzaklara bakan gözler ve derin bir ah! varsa hikayede, orada sonlanır mazideki gezintiniz.

Yaşanmışlıkların bu denli etki etmesinin, çocukken aynı masalı defalarca tekrar ettirmemiz, hikayelerden, insanın elinin değdiği her şeyde bıraktığı duygudan, sevdasını nakış gibi işlediği halıdan mesela ya da oyalardan ya da insanlık tarihiyle alakalı arkeolojiden tutun da geçmişe dair meraklarımıza kadar bir nedeni olmalı.

İnsanoğlu bilinmeyende yaşanmışlıklarla yolunu buluyor belki, el yordamıyla da olsa birbirimizin, evveli alıp ahire taşıdığımız geçmişimizin izlerini seviyoruz. Çocukların yara izlerini büyüdüklerinde gülümseyerek hatırladığı gibi bizler de yaşanmışlıkları tebessümle hatırlıyoruz. Hatırlamalıyız da.

O yüzden,

Freud’un da dediği gibi “Bir insanı unutabilirsin, Bir insanın sana neler yaptığını da unutabilirsin, ama o insanın sana ne hissettirdiğini asla unutamazsın”.

Yaşanmışlıklarınızı, bir gazinin omzunda taşıdığı o renkli madalyalar gibi taşımanız dileğiyle…

ÖNEMLİ NOT: Bu sayfalarda yayınlanan okur yorumları okuyucuların kendilerine ait görüşlerdir.