Yalnızlığa Övgü
9 Ocak 2018, SalıTweet |
Erasmus’un Deliliğe Övgü adlı kitabından esinlenerek böyle bir başlık atmış oldum. Kaçınılası ve kahrolası yalnızlığın taşıdığı o bambaşka yüzü, başka nasıl anlatabilirdim ki?
Gündelik hayat kuşatmasında sürekli bizi gürültü içine sokan sesler içindeyiz. Sürekli bize seslenen bir ses. Televizyonlardan, sosyal medya ağlarından, akıllı telefonlardan, şehrin kendi uğultusundan, iş ortamından, yakınlarımızdan, uzaklardan ve her yerden başımıza üşüşen. Eğlencesi ile oyalayan, yüzeyselliğe yönelten, ikna üzerine kurulu ve yönlendirici, zaman zaman potansiyelimizi aşağı çekmek isteyen, ayıklamaya fırsat tanımayacak kadar hızlı ve aynı anda çok şeyi üzerimize doğru uçuşturan bir çok ses. Üstelik nereye ait olduğu belli olmayan bir zihin sesi de var. Öğrenilmiş endişeler ve olumsuzlamalar üretip duran. Her çeşit gürültünün insanı teslim alan bir yanı var. Ve her gürültünün odağımızı şaşırtmakla ilgili bir görevi.
Neler hissettiğimiz ise hayatın gerçek yüzü için çok naif kalıyor. Çünkü pratik yaşam, hissedilenle değil yapılması gerekenle ilgili bir yer. Tıpkı şair Gülten Akın’ın İlkyaz şiirinde “Ah, kimselerin vakti yok, durup ince şeyleri anlamaya’’ dediği gibi, derinlere yüz çevirerek ve yüz çevirerek derinlere, yetişme kaygısı ile koşturup duruyoruz. Pratik yaşama yeterli sayılmak için de hep gündelik şeyler ile ilgileniyoruz. Halbuki insanın özüne ve hayatı anlamlandırmaya dair keşfedeceği şeyler olmalı. Ve keşif için düşünmeye, satırlar üzerinde gezinen akla ve tüm bunlar için üzerimize abanan karmaşadan arınan bir sadeliğe ihtiyaç var.
Bir sadelik olarak yalnızlık dışarıdan bakıldığında sessiz gözükmesine rağmen, gerçekte içerisinde sahibine kendini duyuran sesli düşünmeler taşıyor. Bu düşünümlerden yaşadığımız sistemi anlamak için dışa dönük bakışlar hem de iç kazı gibi içe dönük bakışlar elde edilebilir. Bakışlar yakalamak için ise bakışları sağlayacak şeylere ulaşmak gerekiyor. İzlemek, dinlemek de bu yollardan biri olsa da benim için satırsız, sözsüz, kitapsız bir düşünüm mümkün değil.
Yalnızlığın iç kazıya dair olan kısmını şair Birhan Keskin’in bir dizesinden alıntılayarak söyleyebilirim ki bu tıpkı “koyu bir kıvam, kırmızı bir sıkıntı” gibidir. Kazıdıkça hafifleyecek ve bağlılık yaratacak bir sıkıntı. Sıkıntının doğasını anlamak, onu çözmek ya da onu dönüşüme uğratıp daha yaratıcı bir şeye doğru yönlendirmek mümkün. Sıkıntılar, değişimler için güçlü bir istençtir çünkü. Sıkıntıları dönüştürmek için bazıları yürürler, bazıları gecelerler, bazıları yazarlar, bazıları uğraş edinirler, bazıları ağlarlar, bazıları çalışırlar ve bazıları eğlenceye vururlar…
Evet. Bazıları yazarlar. Yazmak, bir yalnızlık eylemidir örneğin. Bunu şiir yazmak, hikaye yazmak, tez yazmak, köşe yazmak, kağıda bir şeyler karalamak ya da günlüğe anıları yazmak olarak çeşitlendirebiliriz. Yazmak, kuşkusuz bir yalnızlık eylemidir. Ve tadı da fena değildir.
Ve bazıları fotoğraflarlar. Fotoğraflamak, bir yalnızlık eylemidir örneğin. Bunu portreler çekmek, sokak ve doğa fotoğrafları çekmek, belgeseller yapmak şeklinde çeşitlendirebiliriz. Fotoğraflamak, kuşkusuz bir yalnızlık eylemidir. Ve tadı da fena değildir.
Bazıları, ömürlerini çalışmaya ayırırlar. Bir ömrü bir şey için ayırmak. Ömür harcamak ile ömür ayırmak farklı şeylerdir. Ömrü harcamak sanki kaybedilmiş ve yazık olan şeyleri de beraberinde çağrıştırıyor. Ömrü ayırmak ise başka bir şeyi. Tıpkı Halil Cibran’ın, “Çalıştığınız zaman yeryüzünün en uzak düşünün, doğduğu gün sizin adınıza ayrılan bir parçasını doldurmuş olursunuz” sözlerinde olduğu gibi, yalnız bir eylem olarak çalışmak insanın üreten yanını besleyerek ona bir anlam kazandırır.
Daha burada bahsedilemeyen nice şeyin, zihinlerimizde ve ellerimizde oluşan nice biçimin yalnızlıkla beslenen bir yanı var. İnsan nihayetinde yalnızlığa açtığı damardan beslenen bir varlık çünkü. Yalnızlıkla beslenip yaratıcılığa dönüşen bu sıkıntılı süreç anlama ve insanın kendini ifade etme biçimi olarak açığa çıkıyor. En büyük özlemlerimizden biridir kendini bir şeyler yoluyla ifade etmek.
Tüm biçimler ister yazıya, ister müziğe, ister taşa, ister bir ahşap yüzüne, ister hayat yoluna, ister örgü bir patiğe, ister bir görüntüye ya da bir fikre düşmüş olsun, içinde bize ait sonsuzlamalar taşır. Yaşama kendinden bir parça iz bırakmanın ya da yaşama katılıyor olmanın sevincidir bu. İnsanın, seçtiği biçimler yoluyla kendine ait bilinci dışarıya taşırması kulağa nasıl geliyor? Yalnızlıktan beslenerek bir şeyler eylemesi? Bir yeteneğinin, hobinin ya da idealinin üzerine uzun uzadıya eğilmesi? İşte bu tüketime ayarlı bedenlerimizin sınırlarını aşan bir şeydir. Çünkü bunlar dışarıya taştığında dolaşıma girerek izlerimizi taşıyacak olan şeylerdir. İzler, izlerle katışır sonra. Çarpışır, eksilir, birleşir ve dönüşür.