Takip Et

SON DAKİKA

Ali ASEL

Tatar Ramazan ve Ramiz Dayı karakterlerine ilham olan Türkiye'nin ilk seri katili: Antep Canavarı

30 Ocak 2020, Perşembe

     

38 ayrı cezaevinde tam 48 yıl hapis yatmış, resmi kayıtlara göre 19, gayri resmi kayıtlara göre ise 43 kişiyi öldürmüş, 4 kez idam cezası almış, yaraladığı insan sayısı hakkında ise tam bir bilgi yok.

Abdullah Palaz. Nam-ı Diğer: Antep Canavarı ya da Abdullah Dayı

Babası Gaziantepli, tarla, bağ bahçe sahibi Ali Ağa olarak bilinirdi. Kurtuluş savaşına katılmış ve hakkında kahramanlık hikayeleri anlatılmış saygı duyulan bir adamdı. Savaştan döndükten sonra Ali Ağa'nın eşi ve 4 çocuğu bir saldırı sonucu öldürülmüştü. O günden sonra Ali Ağanın hayatına hep kan davası hakim olacaktı. Eşini ve çocuklarını kaybeden Ali Ağa ikinci bir evlilik yaptı. İkinci evliliğini yaptığında artık genç değildi. Evlendikten bir yıl sonra Abdullah dünyaya geldi. Abdullah onun artık tek evladıydı. Ali Ağa yaşının ilerlemesi sebebi ile bu dünyadan göçüp gitmeden önce ne biliyorsa oğluna onu öğretmek istiyor, maddi manevi her türlü ihtiyacında sınır tanımıyordu. Abdullah çocuk yaşta olmasına rağmen tarla, bağ bahçe sahibi olmuştu. Tarlasını işletiyor, işçileri yönlendiriyor, ekmeğinin peşinde koşuyordu. Babası ona küçük yaşta silah kullanmayı öğretmişti. Tarlada sürekli belinde silah ile dolaşıyordu. Ailenin üzerindeki kan davasının da etkisi ile Abdullah için yanlış yapan öldürülmeliydi. Kötüleri öldürmeyi kendine görev saymıştı. Küçük yaştan beri haksızlığın karşısında durmak ve gerekirse adam öldürmek onun için normaldi. Kendi anlatımı ile ilk cinayetini 12 yaşında işlemiş ve faili meçhul olarak kalmıştı. Daha sonra hasımlarından 15 kişiyi öldürerek cezaevine konuldu.

Cinayet sebebi ile hapishanede iken Abdullah'ın dayısı, kan davası olan ailenin kiraladığı iki kişi tarafından öldürüldü. Dayısını öldüren kiralık katiller Abdullah'ın kaldığı cezaevine konuldu ve Abdullah dayısını öldüren bu iki kiralık katili baltayla parçaladı.

KONYA CEZAEVİ: Bunun üzerine Abdullah Palaz Konya cezaevine sürüldü. Adı Konya Cezaevinde Antep Canavarına çıkmıştı.

Konya cezaevine gittiğinde cezaevi ağası vardı ve yönetimle işbirliği yapmaktaydı. Kendilerine Konyalı Efeler diyen bu grup, dışarıdan gelenlere kötü davranıp, onlara hiçbir hak tanımıyorlardı. Bir yandan da hasımları Abdullah ın öldürülmesi için Konyalı efeler grubuyla görüşmeye başlamıştı. Abdullah kendisi gibi Antepli olan yedi kişiyi yanına alıp bu duruma son vermek için plan yapmaya başladı.

Cezaevinde gardiyanlardan biriyle dostluk kuran Abdullah, para karşılığı ondan 7 kişi için bıçak temin etmesini istedi. Gardiyan ilk başta bunu kabul etmese de sonrasında ikna oldu ve ele vermemesi koşuluyla ertesi gün bıçakları getirdi.

Bıçakları aldıkları gün sabaha karşı Konyalı Efelerin koğuşunu bastılar. Amaçları onları öldürmek değildi sadece yaralayarak gözdağı vermekti ve dedikleri gibi de yaptılar. Koğuşa dalıp mahkumların hepsini yaraladılar. Gafil avlanan Konyalı efeler can havliyle ölü taklidi yaptılar, bazıları da hiç direnmedi. Hepsini yaraladıktan sonra Abdullah Dayı Konyalı Efeler ağasına dönüp şöyle demiştir.

Yaptığınız işler hep yanlıştır. Yoksulu kimsesizi ezerseniz. İdare ile iş birliği yapar cezaevini cehenneme çevirirsiniz. Bizim gibi yabancılara hiçbir hak tanımak istemezsiniz. Bunlar yanlıştır. Bu size bir ders olsun. Bir dahakine işi böyle ufak bırakmayız, can alırız. Bunu iyi bilesiniz. Sonra şunu da unutmayın. Biz buraya camiden gelmedik. Bizim, hepimizin sırtında idamlar var. Tek durun bundan sonra.

Bu olaydan sonra cezaevi yönetimi soruşturma başlattı. Silahları sordular ancak onlar silahları çoktan kaybedip, şişle şişeyle yaraladık demişlerdi. Yaraların şişe ve şiş yaraları olmadığı açıktı ve yaralananlar bıçakla saldırdıklarını söylüyorlardı. Olayın içinden çıkamayan cezaevi yöneticileri Abdullah Dayı ve beraberindeki 11 kişiyi Afyon Cezaevine sürdüler.

AFYON CEZAEVİ: Gittikleri Afyon Cezaevi Konya cezaevinden de beterdi. Dışarıdan geleni mahkumların sevilmediği gibi yönetim de Abdullah ve arkadaşlarını canavar olarak görüyor ve acımasız davranıyorlardı. İki güne bir arama yapılıyor, yemek ve su verilmiyor işkence görüyorlardı. Cezaevinde Antepli bir başçavuş bulunmaktaydı. Abdullah Dayı ile hemşeri olduğu için gurur duyuyor ama yönetim korkusundan yanına yaklaşamıyordu. Bir gün volta atarken başçavuşla karşılaştı ve sohbet etmeye başladılar. Samimi olduktan sonra para karşılığı silah getirmeye ikna etti. İki tane onluk ve bir de Reşat altını karşılığında ertesi gün cezaevine çifte namlulu Belçika tabanca ve on tane bıçak geldi. Sabah ezanı okunurken koğuşun kapısını patlatıp Konyalı Efelere yaptıkları gibi saldırmaya başladılar. Ancak Konya da olduğu gibi olmadı işler çünkü koğuşun bir kısmı sabah namazı için uyanıktı, bir kısmı abdest alıyordu. Amaç öldürmek değildi sadece kendilerine yapılan kötü muameleye karşı bir gözdağı vermekti. Biraz boğuşmalı olsa da 5 dakika içinde koğuşun hepsini yere serdiler. Çıkan gürültü ve bağırış çağırışa gardiyanlar toplanıp hepsini zincire bağlayıp hücreye attılar. Geriye dönüp baktıklarında bilanço: 59 yaralı ve 1 ölü . Abdullah Dayı ve ekibinde bir çizik bile yoktu.

Hücreye konulan Abdullah Dayı yorgunlukla uyuyakaldı. Ancak sabah odaya giren zincir ve postal sesine uyandılar. Bu başka bir yere sürgün demekti. Bu olaydan sonra Abdullah Dayı ve arkadaşları Bursa ya sürgün edildi.

BURSA CEZAEVİ VE NAZIM HİKMET: Bursa cezaevine vardıklarında cezaevinin önünde büyük bir kalabalık vardı. Antep Canavarının geleceği duyulmuştu. Jandarma eşliğinde cezaevine giriş yaparken kalabalıktan sesler yükseliyor içlerinden bazıları yuh diye bağırıyordu. Cezaevine girdikten sonra önce geniş bir avluya alındılar. Elinde uzun ve kalın meşe sopası bulunan bir gardiyan avlunun sağından hepsini koğuş gibi bir odaya soktu. Zincirlerin çıkartılması talimatını verdi. Abdullah Dayı ve arkadaşlarının elleri kolları serbest kalmıştı. Aynı gardiyan , üzerinizdeki kıyafetleri donunuz kalana kadar çıkartın dedi. Denileni yaptılar. Üzerlerinde sadece iç çamaşırı kalmıştı. Bu halde üst kattan alt kata kadar bu şekilde yürütüldüler. Cezaevindeki tüm mahkumlar onları görmüştü. Bu mahkumlara karşı onları küçük düşürmek için yapılan bir hareketti. Koridorun sonunda kilitli bir demir kapının önüne geldiler. Gardiyan kilidi açıp içerisi zifiri karanlık olan yere hepsini koydu. Kapıdan girince öncesi biraz boşluk sonrası ise cıvık bir yumuşaklıktı. Pelte gibi bir pisliğin içerisindeydiler. Çok geçmeden cezaevinin kanalizasyonuna atıldıklarını anladılar. İçerisi çok ağır kokuyordu. Abdullah Dayının boyu 1,90'dı ve pislik onun koltuk altına kadar geliyordu. Boyu kısa olanlar pisliği yutmamak için debeleniyorlardı. Ancak debelenirken pislikler ağızlarından giriyordu. Öğle üzeri kapı açıldı ve aşağıya merdiven uzattılar. Hepsini yukarı çıkardılar. Çıkar çıkmaz üzerilerine soğuk su sıkarak kaba pisliği aldılar. Hava çok soğuktu. Daha sonra üst kata, içinde hiçbir eşya bulunmayan, taştan bomboş bir odaya kapattılar. Odanın cephesinde demir parmaklıklar vardı. Diğer mahkumlar pencerenin önünde volta atıyordu. Mahkumlardan hiç biri onlara dönüp bakmamış bir geçmiş olsun bile dememişlerdi. Pislik yutan 3 arkadaşı taş zeminde acı içinde kıvranıyor, inliyordu. Anlaşılan diğer mahkumlara Antep canavarını da ve arkadaşlarını da ne hale getirdik görün demek istiyorlardı. Yerde yatan arkadaşlarının durumu iyice kötüleşmeye başladı. İçlerinden bir tanesi Abdullah ben ölüyorum dedi. Ağızlarından yeşil köpük gelmeye başlamıştı. Abdullah Dayı demir parmaklıklara dayanarak ‘ Bir maşrapa su verin bari Allahsızlar’ diye bağırmaya başladı. Kimse dönüp onlara bakmıyor, sadece uzaktan izleyip kafalarını çeviriyorlardı. Gardiyanlara bağırdı ama tüm cezaevi kapı duvardı. Tam o sırada üzerinde asker bozması kaputtan palto giyen, saçları karmakarışık, gözleri çakmak dev gibi bir adam belirdi. Önce yerde yatanlara sonra Abdullah Dayı ya baktı sonra koşarak uzaklaştı. Birkaç dakika sonra elinde bir testi ve bardakla geri döndü. Getirdiği suyla ağızlarını, ellerini yüzlerini temizledi, su içtiler. Bu dev gibi adam cebinden bir paket sigara çıkarttı. İçinden 3 tanesini kendisine alıp geri kalanını Abdullah Dayı ya uzattı. Geçmiş olsun ağalar dedi ve oradan uzaklaştı. Demir parmaklıklar önünden geçen başka bir mahkuma seslendi Abdullah Dayı.

 

- Baksana arkadaş şu giden adam kim?

+ O mu? Şairdir, yazardır, tarihçidir aynı zaman da vatan hainidir

- Adı nedir?

+ Nazım Hikmet! Kominist Nazım Hikmet!

 

Bunu öğrendikten sonra Abdullah Dayı bağırmaya başlar.

Hiç birinizin gücü yemedi bize bir kere bakmaya, bir yudum su vermeye. O bize su verdi. O yüzden mi vatan haini oldu. Ben buradan çıkarım size de bunun hesabını sorarım!

Abdullah Dayı okumuş bir adam değildi. Şair ne demek bilmiyordu. Yazar ne demek bilmiyordu. Komünist ne demek hiç bilmiyordu. Biraz zaman geçtikten sonra arkadaşlarının durumu iyice kötüleşti. Sonunda gardiyanlar geldi ve onları bir çuval ile sararak revire götürdüler. Revire götürülmeden önce arkadaşı Abdullah Dayı ya ‘ Ben ölüyorum benim kanımı yerde koma’ dedi

3 gün sonra cezaevinin müdürü Abdullah Dayı yı yanına çağırdı. Ona dedi ki;

Bana şimdi söz vereceksin. Burası senin daha önce gittiğin cezaevlerine benzemez. Burada da olay çıkartmaya devam edersen lağım çukurunu gördün. Bende oranın daha beteri de var. Şeref sözü verirsen seni diğer mahkumların içine veririm, rahatça dolaşırsınız. Abdullah Dayı arkadaşlarıma sorup size cevap veririm dedi ama cezaevi müdürü hemen yanıt istiyordu. Bunun üzerine de Abdullah Dayı bir şartla sana hemen cevap veririm dedi. O şair, yazar, tarihçi olan adamı bizim yanımıza verirsen sana sözüm olsun, sana da, cezaevindekilere de söz bir şey yapmayız. Ama vermezsen Bursa cezaevinin tarihini kanla yazarım dedi. Bunun üzerine müdür istemeye istemeye kabul etmek zorunda kaldı. Ertesi gün içinde eşyalar olan güzel bir koğuşa geçirdiler. Yanlarına Nazım Hikmet i de verdiler. Dördüncü günün sonunda revire kaldırılan arkadaşlarının öldüğü haberi geldi. Arkadaşlarının ölümü üzerine Abdullah Dayı intikam almaya yemin etmişti. Nazım Hikmet koğuşta 10 dakika konuşuyorsa 10 saat kitap okur, yazı yazardı. Abdullah Dayı aralarındaki konuşmayı şöyle anlatmıştı

Abi” dedim, “Senin suçun ne? Niye yatarsın burada?”

“Benim suçum kalemimdir. Şiirlerimdir. İnsanları sevmemdir. Memleketimi de çok severim.”

“Peki abi, biz yazmasını bilmeyiz ama biz de insanları severiz. İnsanlara kötülük gelmesin diye bunca işler yaptık. Haksızlığa tahammül etmeyiz, haksızlığa uğrayanın yanında oluruz. Benim atalarım da bu memleket için savaşmıştır. Cenk etmiştir. O zaman bizim bunlardan da suçumuz olması mı gerekir?”

“Yok, sizin bunlardan suçunuz olmaz. Size bundan bir şey demezler, bize derler. Bu yüzden de bana ceza verirler.”

“Neden?”

“Çünkü bana bunlardan dolayı komünist diyorlar.”

“Komünist ne demek ağam?”

“İşte bu anlattıklarım, yazdıklarım, düşüncelerim komünistlik oluyor.”

Ben bu 'komünist' sözünü yeni duyuyordum. Güldüm. “O zaman demek ki, ben de komünistim de haberim yokmuş” dedim. Bu kez de o dev gibi adam güldü:

“Yok, olmaz öyle şey. Çünkü sen haksızlıkların üzerine silahla gidiyorsun. İnsan sevgini, haksızlık yapanı öldürerek göstermek istiyorsun. Ben bu işi kalemimle yapıyorum. Kalemimle anlatıyorum. Senin silahın patladığı yerde kalır. Benim kalemim ise bu haksızlıkları anlatarak, bir gün bu düzeni patlatır, anladın mı?”

Hiçbir şey anlamamıştım. Ama bu dev gibi, yiğit adamı çok sevmiştim.

Müdüre söz verdiği gibi başkalarına karışmıyor, olay çıkarmıyor, Nazım'ı geri alırlar diye kimseyle konuşmuyorlardı. O sebeple cezaevinde neler oluyor neler bitiyor bir fikirleri yoktu. Yan koğuşta bir gün olay çıktı. Öğrendiler ki yan koğuşun ağası Feriköylü İbrahim, fakirlere işkence ediyor, yeni cezaevine gelenin üzerindeki tüm parayı alıyor, koğuşta kumar oynatıyor, esrar hapı, içki dağıtıyor, cezaevinin ikinci müdürü gibi davranıyordu. Abdullah Dayı bu durumdan rahatsız olsa da Nazım Hikmet olduğu için bir şey yapamıyordu. Yaptığında onu alacaklarını biliyordu. Birkaç hafta sonra Ankara dan gelen bir yazı üzerine Nazım Hikmet i başka bir cezaevine naklettiler. Nazım'ın naklinden birkaç saat sonra Feriköylü İbrahim ve 8-10 adamı Abdullah Dayının koğuşuna geldi. Bu hapishanede benden habersiz kuş uçmaz, ayağınızı denk alın dedikten sonra onları haraca bağlamak istedi. Odadan çıkarken kullandıkları ocağı da yanına alıp gitti. Abdullah Dayı kişi sayıları daha az ve silahsız oldukları için hiç bir şey yapamadı. Daha sonra Feriköylü İbrahim ile yanındakiler volta atmak için bahçeye çıktı ve pencerelerinin önüne geçip, Komünistlere, vatan hainliği yapanlara ocak verilmez diye bağırıyorlardı. Yaptığı bu hareketle Feriköylü İbrahim İdam fermanını imzalamış oldu. Artık Nazım da gittiğine göre cezaevine verdiği sözü tutmasına gerek yoktu. Hem ölen arkadaşlarına söz vermişti kanlarını yerde bırakmayacaktı.

Babası Abdullah Dayıyı ziyarete geldi. Yanında 10 tane koyun ve bir teneke pekmez getirmişti. Koyunların 8 ini cezaevine, 2 tanesini Abdullah Dayı ya verdi. Koçlar kesilmiş cezaevinde bayram havası oluşmuştu. Abdullah Dayı babası ile görüşürken arkadaşları ocakta et sote yapmaya başlamışlardı. Bu sıra da Feriköylü İbrahim koğuşa gelip, benden habersiz nasıl yemek yaparsınız deyip ocaklarını aldı. Koğuşa geri döndüğünde gördüğü manzara karşısında deliye dönen Abdullah Dayı artık daha fazla bekleyemeyecekti. Pekmez tenekesini boşalttıktan sonra içini yardı ve içinden silah ve bıçaklar çıktı. O gün plan yaptılar. Akşamına yanına Trabzonlu Ali Bey i de alarak koridorda karşılaştığı Feriköylü İbrahim i öldürdüler. Silahın tetiğini çeken Ali Bey'di. Olay sonrası Ali Bey i hücreye koydular. Feriköylü ortadan kalktıktan sonra koğuşlarda kumar, uyuşturucu daha da artmıştı. Yeni koğuş ağaları ortaya çıkmıştı. Silahı koğuş arkadaşı Şadan a verdi. Bir gün yan koğuşta kumar oynanırken Şadan bir el oynamak istemişti. Abdullah Dayı dan rica edip sadece bir el oynamak için izin istedi. Abdullah Dayı izin verdi ama yanında olması şartıyla. Böylelikle bir el oynamasına izin verecek sonrasın da onu koğuşa geri götürecekti. Bu sırada cezaevi müdür ve gardiyanlar odaya girdi. Benden habersiz kumar mı oynuyorsunuz deyip Şadan a herkesin içinde bir tokat attı. Bunun üzerine silahı iç cebinden çıkartan Şadan müdürü orada öldürdü. Abdullah Dayı da gardiyanları öldürdü. Artık arkadaşlarının da intikamı alınmıştı.

Buradan Sinop Cezaevine sürüldü, ardından da İzmir cezaevine, son olarak ta Bayrampaşa Cezaevinde yattı. 1991 yılında Şartlı Salıverme Yasası ile birlikte dışarı çıktı. 9 ay sonra da kendi eceli ile vefat etti.

Ölümünün duyulması üzerine, Türkiye'nin tüm cezaevlerinde resimleri asılmış ardından ağıtlar yakılmıştır. Devlet onu Karşıyaka Mezarlığına gömmesine rağmen 10 gün sonra yasal olanak olmadığı halde kalabalık bir grup tarafından mezardan çıkartılıp ve Gaziantep Tırnatan köyüne gömülmüştür.